Söyleşi: Gülsüm ALHAN
Türk Sineması, 1950'li yıllardan başlayarak
farklı bir süreç içine giriyordu. Birçok araştırmacının "Sinemacılar Dönemi"
diye tanımladığı bu
süreç yeni bir olguyu da beraberinde
getiriyordu: Yeşilçam. Yaşayan tanıklarını teker teker yitirdiğimiz Yeşilçam'ın
temsil ettiği gerçekliği
aramanın zamanı geldiğini düşünerek
ve 90'ların gözüyle Yeşilçam'a bakmayı amaçlayarak bu yazı dizisini hazırladık.
Yılda 200'e yakın
film, melodramından arabeskine kadar
denenmiş birçok türün yanısıra dar bir sokakta, küçük odalarda, birtakım
insanların kararlaştırmasıyla
mı belirlenmişti Yeşilçam'ın kuralları?
Aynı öyküleri aynı kahramanların ağzından dinlemek için mi gidiyorlardı
insanlar sinemaya? Yoksa
Benjamin'in dediği gibi, "öykü anlatıcı
ile öyküyü dinleyenlerin ortaklaşa insan deneyimlerinin yoğun olduğu zamanlar"
mıydı? Tüm bu sorulara
Türk Sineması üzerine çalışmalar
yapmış kişilerin ya da o dönemi yaşamış tanıkların gözlemleri ve yorumlarıyla
cevap aramaya çalışacağız.
Ama şu an için bildiğimiz ya da söyleyeceğimiz
birşey var belki de Yeşilçam'ın ardından. Ana Maria Matute'nin dediği gibi,
"Öykü geçip gider ama
izlerini bırakır."
Türk Sineması üzerine çalışmalar yapmış,
birçok sinema dergisinde yazılar yazmış, yönetmen ve sinema yazarı Engin
Ayça ile Türk
Sineması'nın gelişimi, bu gelişim
içerisinde Yeşilçam'ın rolü ve meddahlık, masal anlatıcılığı geleneğinin
sinemamıza yansıması üzerine
söyleştik.
Sinemaskop: Sizi sinemayla
tanıştıran Galatasaray Lisesi'ndeki film gösterimlerinin ardından dört
yıl Roma'da sinema eğitimi aldınız. 68
sonbaharında Türkiye'ye döndüğünüzde
nasıl bir sinema ortamıyla karşılaştınz ?
Engin Ayça: Ben 68 sonbaharında
Türkiye'ye döndüğümde, bir an önce askerlik görevini yapıp sonra da sinema
dünyasına girmeyi düşünüyordum.
Benim sinemaya ilgim lise yıllarında
nitelikli yabancı filmleri seyrederken başlamıştı.Türk filmlerine karşı
bir ilgim yoktu. Sinema eğitimim
sırasında da Avrupa ve ABD sineması
tarihi, kuramları ve örnekleri benim sinema formasyonumu belirlemişti.
Roma'daki 68 olaylarına okul
olarak katılmış, bu gelişmelerden
epey şey öğrenmiş, belli bir siyasal bilinç düzeyine gelmiştim. Türkiye'ye
döndüğümde Yeşilçam'a alternatif,
siyasal tavrı olan bir sinema yapmayı
düşünüyordum.Bunun Yeşilçam bünyesi içinde yapılması çok zordu, hatta olanaksızdı.
Maden-İş
sendikasıyla bağlantılı olarak, onların
kamera olanaklarını da kullanarak o sıralarda İstanbul'da gerçekleştirilen
eylemleri çekmeye başladım.
Örneğin "Kanlı Pazar"ı çektim. Sinematek
gösterileri Yeşilçam'a alternatif bir sinema anlayışının birikimini oluşturmaktaydı.
Hisar Film
Yarışması böyle bir alternatifin
kısa film boyutunu oluşturma çabası içindeydi. "Genç Sinema" hareketi de
gene bu amaç çerçevesinde buluşan
farklı sinema yapma düşüncesindeki
genç insanların bir girişimiydi. Uzun vadeli bir programım yoktu o sıra.
Bir bakıma günlük yaşanıyordu.
Askerlikten sonra, Yeşilçam'ın geleneksel
yapısı içine girmek, onun kurallarına uymak yerine İstanbul Üniversitesi
Foto Film Merkezi'ne sonra da
TRT İstanbul Televizyonu'na girerek
belgesel, kültürel film çalışmalarına yöneldim. 1973'ten başlayarak Nezih
Coş ve Atilla Dorsay'la birlikte "7.
Sanat" sinema dergisini çıkardık.
Dergide Yeşilçam'a alternatif sinema düşüncesini, dünyadaki farklı sinema
yönelişlerini tanıtarak ve
Yeşilçam'ı irdeleyerek tanıtmaya
çalıştık.
Sinemaskop: Sinema, özellikle Türk Sineması üzerine bugüne kadar yaptığınız çalışmaların kapsamı ve boyutunu anlatır mısınız?
Engin Ayça: Ben bir akademisyen değilim.
Yönetmenim. Filmler yapmak istiyorum. Nasıl bir sinema yapılmalı sorusunun
yanıtının peşindeyim
sürekli olarak. Sinema tarihindeki
örnekleri irdeliyorum, öğrenmeye anlamaya çalışıyorum. Türk Sinema Tarihi'nin
varolma mantığını,
sosyo-kültürel yapısını çözmeye uğraşıyorum.
Yazılı kaynak yok denecek kadar az. O zaman Türk Sineması ile ilgili sorulara
canlı
kaynaklardan, filmlerden yola çıkarak
yanıtlar üretmek gerekiyor. Bu yöndeki çabamı, başkalarıyla da paylaşmak,
tartışmak için yazılar yazıp,
bu yazıları yayınlatıyorum. Asıl
işi sinema yazarlığı olanlar ile sinema konusundaki akademisyenlerin bu
alanda yapacakları kapsamlı
araştırma, irdeleme ve değerlendirmelere
küçük gereksinmesi var Türk Sineması'nın ve Türk Sineması bunun beklentisi
içinde. Biliyor musunuz,
Türk Sineması "parasız ve yazarsız"
bu günlere geldi.
Sinemaskop: Belirleyici özelliklerini
gözönüne alarak Yeşilçam'ı oluşturduğunuz bu mozaikte nasıl bir noktaya
oturtuyorsunuz? Sizce Türk
Sineması mozaiği içinde Yeşilçam'ın
rolü ve konumu nedir?
Engin Ayça: Ben, Yeşilçam'ı
Türk Sinema Tarihi içinde 1950'lerle birlikte başlayan ve bugünde belli
dönüşümlerle devam eden popüler, popülist bir
dönem olarak görüyorum. Türk Sineması'nda
üç dönemden sözedebiliriz: Tiyatrocular, Yeşilçam ve şimdiki son dönem.
Üretenlerin hemen tümü
tiyatro kökenli olduğu için "Tiyatrocular
Dönemi" denmesi genel bir kabul görmektedir. Ama o dönemi, salt Tiyatrocular
tanımlamasıyla ele almak
ve değerlendirmek eksik bir yaklaşım
olur. O dönemin siyasal yapılanması, devletin kültür politikası gibi tarihsel
diğer belirleyicileri ele almadan
o dönemi çözümleyemeyiz. Ben o dönemi,
Tiyatrocular tanımlamasının yanı sıra sinemamızın I. Kentsel Dönemi ve
I. Yönetmen Sineması Dönemi
olarak da görüyorum.
Filmler, yönetmen Muhsin Ertuğrul'un damgasını taşıyor, o istediği filmi çekiyor.
Filmleri üreten insanlar kentli insanlar.
Nereden gelmiş olurlarsa olsunlar kendilerini kentli olarak tanımlıyorlar.
Kentli olmak özenilen bir konum.
Seyirciler de, genelde kent insanları,
kentliliğini öne çıkaran insanlar. Sinema salonları ağırlıklı olarak İstanbul,
İzmir, Adana gibi kentlerde
yaygın. Özellikle İstanbul ve İzmir'de
önemli oranda Rum, Ermeni, Musevi azınlıkları bulunuyor. Dolayısıyla kozmopolit
bir seyirci yapısından
sözedilebilir.
Tiyatrocular Dönemi, tiyatroculardan ve Muhsin Ertuğrul tekelinden dolayı monolitik yapıda bir sinemadır.
Yeşilçam Sineması, 1950'lerle başlayan
siyasal, toplumsal ve kültürel yönelişlerin bir izdüşümü olarak kendini
gerçekleştirir. Siyasal tarihimizde
iktidara yansıyan anlayışların bire
bir izdüşümlerini sinema tarihimiz içinde kolayca görmek olasıdır. Yeşilçam
1950'lerle başlayan gelişmelerin
ve anlayışın sinemamıza yansımasıdır.
Hızlı iç göç, kentleri kırsallaştırırken, sinemamız Anadolu kırsalına yayılmıştır.
Siyasal yapıya
egemen popülist söyleme uygun olarak
sinemamız da bu yeni kırsal seyircinin istekleri doğrultusunda filmler
üretmiştir. Sinemanın kendi öz
sermayesi, parası yoktur. Para seyircidedir.
Seyircinin aldığı bilete göre filmler yapmaya özen gösterilir. Yön gösterici
sinema yazarı olmayınca,
paranın kaynağı olan seyirci ilgisi,
yön ve yol gösterici olur. Kırsal kesimin geleneksel sözlü kültürü, sinema
içinde yeni bir yaşama başlar ve
kendini sürdürür. Yeşilçam, bir yönetmen
sineması değildir. Anonim bir sinemadır. Yeşilçam genel kimliği, yönetmenlerin
kendi kişisel
kimliklerinin önündedir, baskın konumdadır.
Yeşilçam da kendi geleneği, kalıpları, anlayışı ile monolitik bir yapı
oluşturmuştur. Yeşilçam,
sinemamızın kırsal, popüler, popülist,
anonim yönetmenler dönemidir. Yereldir.
1970'lerin birçok gelişmesi Yeşilçam'ın
monolitik ve tekel yapısının zaafa uğramasına ve dağılmasına yol açar.
80'lerle birlikte Türk
Sineması'nda yeni bir dönem başlar.
Yeşilçam sinema salonları dönemini kapatır ve bir yandan dizi filmlerle
artık televizyon kanallarında
yaşamını sürdürür. Bu arada sinemamızda
yönetmenlerin kişisel dünyalarını ve dillerini yansıttıkları filmler üretilir.
Sinemamızın II. Kentsel ve
Yönetmen Sineması Dönemi böylece
başlamış olur. Sinemamız dünyaya açılır. Çok sesli, çok renkli bir yapıya
kavuşmuş olur.
Sinemaskop: Yıllarca aynı konuyu,
aynı karakterlerle anlattığı için eleştirilen Yeşilçam Sineması halkın
eğilimlerine göre biçimleniyorsa, aynı
öyküyü tekrar tekrar istemeye halkı
iten başlıca nedenler neydi sizce?
Engin Ayça: Eğer, bu insanlar
yüzyıllardır aynı türküleri, aynı şarkıları, aynı masalları bıkmadan dinlemeyi
sürdürüyorlarsa, benzer bir
durumun sinemamızda olmasına şaşmamak
gerekir. Sözlü kültür geleneği sinemamızda da sürüyor demektir. Sinemamızdaki
bu durumun
açıklamasını halk biliminde aramak
doğru olur. Bu bakımdan halk bilimcilerimizin konuya eğilmeleri beklenir.
Geleneksel sözlü kültür, eğer
gerçekten savladığım gibi Yeşilçam'da
sürmüş ise halk bilimcilerin bunun ayırdına varmış olmaları, konuyu incelemeye,
araştırmaya başlamış
olmaları gerekirdi. Ya benim savım
temelsiz ve tutarsız ya da halk bilimcileri olayın daha ayrımında değiller.
Bence Yeşilçam meddahın, masalcının
yaptığını sürdürmektedir. Yönetmeniyle, oyuncusuyla, kameramanıyla Yeşilçam
bir bütün olarak meddah
ve masalcı, öykü anlatıcısı kimliğindedir.
Nasıl halk ozanı aynı türküleri söylüyor, masalcı aynı öyküleri anlatıyorsa
ya da nasıl aynı türküler
ve masallar farklı türkücülerden
ve masalcılardan dinleniyorsa Yeşilçam'da aynı geleneği kendine göre sürdürmektedir.
Sinemaskop: 70'li yıllarda
yaşantımıza giren televizyon birçok kişi tarafından sinemanın çöküşüne
bir etken olarak nitelendirildi. Türk
Sineması'nda televizyonun rolünü
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Engin Ayça: Sinema elektronikle
birlikte, sadece sinema salonlarında varolma dönemini bitirdi. Dolayısıyla
"Sinemanın varolması için sinema
salonu gerekir." düşüncesini artık
terketmemiz gerekiyor. Fakat, hâlâ sinema ve televizyon ayrı şeylermiş
gibi düşünüyoruz. Oysa sinema salonları
ile televizyon sinema ürününü ileten,
yaratıcının ürününün seyirciye ulaşması için aracılık yapan farklı işletmelerdir.
İşletme biçimi sinemanın
kendisini, doğasını değiştirmez.
Ben bu olayı pizzacı örneğiyle açıklıyorum. Eskiden herkes pizza yemek
için lokantaya giderdi. Şimdi evlere servis
başladı. Bu evlere servis dönemi,
sinemada da başlayınca sinema salonları iflas etti. Bu nedenle sinema salonlarına
bağlı bir sistem içerisinde
bulunanlar, "Sinema, sinema salonlarında
seyredilir." diye bir slogan ortaya attılar. Yani, gelin pizzayı yine bizim
lokantamızda yiyin, demek
istermiş gibi. Ama bir süre sonra
piyasa bunu aşarak, sinemaya servis yapanla evlere servis yapanı birleştirdi.
Fakat biz, sinemayı sinema salonunda
öğrendiğimiz ve orada keyfine vardığımız için, artık o keyif yok dolayısıyla
sinema öldü, diye düşünerek
sinema ve televizyonu birbirinden
farklı algılıyoruz. En büyük eksiklik bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü
biz sinema adına tüm bunları
düşünürken, sinema salonlarında film
pazarlayan ve sinemaya yön verenlerin, sinema alanlarını nasıl darlaştırdığının
sorgulamasını
yapmıyoruz. Sinema salonlarına dağıtım
yapan bu sistem, kısa film, belgesel film gibi farklı tarz filmlere yüz
vermeyip, hepsini marjinal konuma
sokarak belli tarz ürün vermeye başladı.
Oysa televizyon, bize seyirci olarak değişik sinema ürünlerini ulaştırırken
üretici olarak benim de değişik
sinema ürünleri yapmama olanak sağladı.
Olaya farklı bir noktadan bakacak
olursak, sinema salonlarında, televizyonda olduğu gibi filmin bazı bölümlerini
tekrar seyretme, o duyguyu
tekrar yaşama şansın yok. Tıpkı edebiyatta
olduğu gibiÉ Edebiyat yazılı hale dönüşmeden önce sözlüydü. Anlatıcıya
bazı bölümleri bir daha
anlattıramazdın. Daha sonra bu anlatılar
elimize kitap olarak geldi. Kitap olarak gelmesiyle o büyülü havasından
birçok şey yitirdi tabii.
Anlatıcının karizması, ses tonu,
mimikleri ve anlatıyı paylaşarak dinlemeÉ Kağıt üzerine harflerle yazılmış
yeni bir edebiyat çıktı karşımıza.
Tıpkı gazı kaçmış gazoz gibiÉ Ama
o basılı halde edebiyat yeni boyutlar keşfetti, yeni boyutlara girdi. Okuyucu
olarak da biz farklı boyutları
yakalama şansına eriştik. Geçmişteki
o dönemin büyülü havası olmasa da sinemanın önünde de elektroniğin sağladığı
yeni boyutlar, yeni tatlar
var. Bu noktada önemli olan tüm bu
olanaklardan yararlanabileceğiniz tasarılar ve düşünceler oluşturmak.