ELIA KAZAN
(1909- ), İSTANBUL

Derleyen: Özgür Koçalioğlu

Amerika Birleşik Devletleri sinemasında eski kuşak, doğum tarihleri 1910'lara dayanan ve genellikle 1940'lar da film çevirmeye başlamış olan sanatçılardan oluşur. Elia Kazan bu kuşağın yaşayan son örneklerindendir.

Yunanlı bir ailenin çocuğu olan Elia, dört yaşında, ailesi ile birlikte ABD'ye (New York) göç etti. Küçük Elia Amerika'da hep bir yabancı olmanın, göçmen olmanın sıkıntısıyla büyüdü. Üniversitede yazılı olmayan fakat varlığı hep hissedilen ırkçı tavır, onun diğer W.A.S.P. (White Anglo-Saxon Protestant. Toplumdaki denetleyici etkiye veya güce sahip sınıfın bir bireyi olarak kabul edilen, ataları Kuzey Avrupa'dan gelmiş olan Amerikalı) gençlerle birlikte olmasını engelliyor, Elia etkinliklerin dışında bırakılıyordu. Azınlık olmanın verdiği sıkıntılara göğüs germeye çalışan Kazan, bu duyguyu üzerinden uzun süre atamadı. Gençliğinde yaşadığı bu tür sıkıntılar ondaki sanat yeteneği ve aşkıyla birleşince, çok etkileyici eserler (edebiyatta, sinemada, tiyatroda) ortaya çıkmış ve Amerikan toplumunun aydın kesiminin (1940-1950'ler) en çok etkilendiği tiyatro ve sinema adamlarından biri oluvermiştir.

Bu ırkçı tavırların onda yarattığı etkilerden biride tipik bir Amerikalı gibi yetişmesine karşın kökenlerini hiç unutmaması, yüreğinin bir yanıyla Avrupalı, daha da öte Doğulu, Anadolu'lu kalması, özünden vazgeçmemesidir.

Elia Kazan, YALE Üniversitesi Drama okulunda eğitim gördükten sonra sanat yaşamına 1934'te oyuncu olarak tiyatroda başladı. Group Theatre'da görev almıştı. 1938'de Ingrid Bergman ve Liliom'da oynadı. Kazan kısa zamanda fiziğinin oyunculuğa elverişli olmadığını anladı. Oyun yönetmenliğine yöneldi. Birçok tiyatro oyunu yönetti. Arthur Miller ve Tennesse Williams'ı Broadway'de ve dolayısıyla Amerika'da tanıtan Elia Kazan'ın sahnelemeleridir. Ünlü Rus tiyatro kuramcısı Stanislawski'nin öğretilerini (oyuncunun yaratma gücüne dayanan yöntem) yeni kuşaklara aktarmaya çalışan Kazan tiyatro oyunculuğu üzerine oldukça kafa yormuştur. 1947'de New York'ta Robert Lewis ve Cherly Crawford ile birlikte "ACTOR'S STUDIO"yu kurdular.

Actor's Studio oyun biçimi ve oyunculuk konusunda bir devrim gerçeleştirmiştir. Kazan, modern tiyatroda oyun biçimi üzerine bir başka ünlü tiyatro adamı olan Lee Strasberg ile kafa kafaya vermiş, bu okulda geliştirecekleri "THE METHOD-METOD" adlı oyun biçimi ve bu yöntemi kullanan oyuncularla Amerikan sahnesindeki oyun tarzına devrimci yenilikler getirmişlerdir. Bu yöntemi kullanan oyunculardan bazıları şunlardır: Marlon Brando, Montgomery Clift, Karl Malden, Jolie Harris, Jessica Tandy, James Dean, Kim Hunter, Jo Van Fleet, Carrol Baker, Eva Marie Saint, Lee Remmick, Paul Newman.

Tiyatro yaşamı başarılarla dolu geçen yönetmenin yönettiği birçok oyundan beşi Pulitzer ödülü kazanmış piyeslerdir.

-The Skin of Our Teeth.
-A Street Car Named Desire (İhtiras Tramvayı),1948.
-Death of a Salesman (Bir Satıcının Ölümü), 1949.
-Cat on a Hot Tin Roof (Kızgın Damdaki Kedi).
-J.B.

Elia Kazan'ın bir gözü de sinemadaydı. Gençliğindeki ilerici ve toplumcu tavrı belki de sinemada yeniden yakalayacaktı. Çok geçmeden tiyatrodaki başarısı sinema alanında kendisine yardımcı oldu ve kapılar teker teker açılmaya başladı. Kazan 1945'te ve 1946'da ilk iki filmini çekti. Önce popüler bir roman uyarlaması olan "A Tree Grows in Brooklyn" (Bir Genç Kız Yetişiyor) ardından "The Sea of Grass" (Yeşil Çayırlar) filmi gelcekti. Projeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kazan'a göre bu başarısızlığı getiren neden stüdyo sistemine kayıtsız-şartsız teslim olması, istemediği konuları istemediği oyuncularla çekmesidir. Bu hatayı bir daha tekrarlamak istemiyordu.

Daha işin başında gelen bu başarısızlıklar üzerine Kazan, daha sağlam adımlar atmaya ve üst üste ilgi çekici, ilgi gören filmler çekmeye başlar. 1947'de "Boomerang"ı (Geriye Tepen Silah) çeker. Gerçek bir olaydan yola çıkan ve bir cinayetin gerçek suçlusunun bulunmasında yaşanan güçlüğü gösteren bir filmdir. Aynı yıl çektiği bir başka film ile Kazan ilk Oscarını da alır. Filmin adı "Gentlemen's Agreement" (Namus Sözü)dır. Güncel konulara çarpıcı yaklaşımıyla dikkat çeken Kazan'ın bu filminin konusu ABD'de ki gizli ırkçılıktır. 1949'da çektiği beşinci filmi "Pinky" (Kara Damga) ise ABD'de melez olmanın zorluklarını gözler önüne sermektedir. Evet, Kazan gençliğindeki ilerici ve toplumcu tavrı beyaz perdede yakalamış gibidir. Fakat yönetmen 1950'de çektiği "Panic in the Streets" (Sokaklarda Panik) filmini gerçek sinemacılığının başlangıcı olarak görmektedir. Bu filminden önceki filmlerinin adlarını bile duymak istemez, bunları hep acemi işi eserler olarak nitelendirirdi. Panic in the Streets filmini gerçek sinemacılığının başlangıcı olarak görmesinin bir nedeni vardır. Bu neden Kazan'ın bu filmde tümüyle sinemasal bir dil tutturmaya çalışmasıdır. Gerçektende bu film Kazan usulü gerçekçiliğin ilginç yapımlarından biridir. O, sinemada tiyatroya ve tiyatronun yöntemlerine sığınmak istemiyordu.

Kazan 1948'de New York'ta sahneye koyduğu bir Tennessee Williams uyarlamsını bu sefer beyaz perdeye aktardı. Evet 1951'de "A Street Car Named Desire" (İhtiras Tramvayı) beyaz perdeye uyarlanınca yer yerinden oynadı. Bu natüralist ve simgeci dram Vivien Leigh dışında tümüyle Kazan'ın Broadway ekibine dayanır. Yalnızca Leigh, Jessica Tandy'nin yerini ve olasılıkla da Oscar'ını kapar. Vivien Leigh'in klasik oyunu, Marlon Brando, Karl Malden ve Kim Hunter'ın "Metod"çu oyunları görkemli bir kontras oluştururken birbirlerini de bütünlerler. Brando'dan saçılan "hayvani cazibe" kadar oyun gücüde müthiştir. Leigh ise güneyli yıpranmış güzel Blanche Dubois'ya dayanılmaz bir şiir yükler ve ikinci Oscar'ını alır. Kazan, Brando ve "Metod" artık dünyanın gözdesidir.

Kazan "İhtiras Tramvayı" filminden bir yıl sonra 1952'de "Viva Zapata" (Yaşa Zapata)'yı çeker. "Viva Zapata" John Steinbeck'in yazdığı özgün bir senaryodan yola çıkarak çekilmiştir. Yine Brando ve Karl Malden'e bu kez Anthony Quinn ve esmer güzeli Jean Peters'de katılırlar. Öykünün Actor's Studio tarzı bir oyunla anlatılması dayanılmazdır. Brando yine oscara aday olur ama şans Quinn'e güler. "Viva Zapata" kötümser bir filmdir. Her tür devrimin başarısızlığa mahkum olduğunu, ikidarın onu elinde tutanları kaçınılmaz biçimde yozlaştıracağını savlıyor. Tipik bir Kazan kötümserliği bu. Kazan göterişli, bir ölçüde Ayzenştayn etkileri taşıyan anlatımını bu filmde doruğuna ulaştırıyor. Kazan, bir halkı, sorunları, yaşamı, özlemleri ile vermeyi, bir dönem atmosferi yaratmayı, Brando ve Peters araındaki bölümlerde benzersiz bir erotizmi canlandırmayı çok iyi başarmış. Ve son bölüm, Zapata'nın beyaz atının dağlarda başıboş koştuğu son bölüm, sinema sanatının yarattığı en güzel çekimlerden biridir. "Viva Zapata" etkileyici, güzel bir filmdir. Ancak filmin ele aldığı konuya nasıl öznel biçimde yaklaştığını, nasıl paylaşılması güç bir karmasarlığın mesajcısı olduğunu da belirtmek gerekir.
 

Elia Kazan'ın hayatı büyük başarılarla dolarak devam ederken geçmişi onun yakayı ele vermesine neden oluyor. Kazan büyük bir çıkmazın içine giriyor. Ya bu verimli yıllarında işsiz ve göçebe halinde, belki de hapiste hayatına devam edecek; ya da bu çok özlenmiş ve istenmiş olan başarıya sahip çıkarak tüm gençlik ideal arkadaşlarını ihbar edecek. Ve bunun vicdan azabıyla yaşayacak. Evet Kazan uzun yıllar uğraşarak elde ettiklerini bir çırpıda yitirmek istememiştir. Kazan'ın hayatını allak bullak eden bu durumun nedeni 1950'lerin başında Amerika'yı birbirine katan Amerikan Aleyhtarı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu'nun ABD'de komünist avına çıkmış olmasıdır. Kazan'ın gençlik yıllarına dönecek olursak eğer, gençliğinde çektiği sıkıntıların da verdiği itkiyle beraber Amerikan Komünist Partisi'ne girdiğini, çeşitli toplantılara ve eylemlere katıldığını görürüz. Görev aldığı Group Theatre da sol eğilimli gençlerden oluşuyodu. Bu işlerin sonradan başını böyle ağrıtacağını bilemezdi. Kazan'ın adı artık muhbire çıkmıştı. Kazan film üstüne film çekmeye devam edecektir. Ama vicdanının hangi ağır yükü taşıdığı da yıllar boyunca açık ve de acı bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Kazan Avrupa'da 1953 yılında sanki vicdanını rahatlatmak istermişçesine komünizmin kötülükleri üzerine bir demir perde öyküsü çeker: "Man on a Tightrope". Olaylardan hemen sonra çektiği bu film ilkel anti-sovyet tavrıyla insanı rahatsız eder. Kazan'ın büsbütün gözden düşmesine neden olur. Aydınlar ona ateş püskürmektedirler.

Elia Kazan 1954 yılında belkide en iyi filmi ve en büyük başarısı olan "On the Waterfront" (Rıhtımlar Üzerinde)'u çekti. Fakat Kazan'ın olumsuz eleştirilerden sıyrılması biraz zor gözüküyordu. Bu film konusunun da etkisiyle (filmde bir ihbar öyküsü ve gammazlık savunusu bulunması) Kazan'ın ve Budd Schulberg'in (başka bir ihbarcı ve filmin senaristi) ağır eleştirilere maruz kalmasına neden oluyordu.

Filme teknik açıdan bakarsak eğer ilk etapta şunlar sıralanabilir. Malcolm Johnson'un bir dizi röportajından yola çıkarak, yine gazetecilikten gelme Budd Schulberg'in hazırladığı bir senaryodan çekilmiş. Filmin görüntü yönetmeni ünlü Rus sinema adamı Dziga Vertov'un kardeşi olan ve önce Fransa'da, sonra da yerleştiği ABD'de görkemli siyah-beyaz filmler çeken Boris Kaufman'dır. Filmi bittikten sonra izleyen ve çok beğenen Leonard Bernstein müzikleri ile filme katkıda bulunmuştur. Filmin oyuncu kadrosunda ise Marlon Brando, Eva Marie Saint, Karl Malden, Lee J. Cobb, Rod Steiger, Pat Henning, Leif Ericson yer almışlardır. Columbia Pictures (Amerikan), 108 dakika.

Şimdi de filmin konusuna, bu konunun dönemin aydınlarında neler uyandırdığına, bu konunun Kazan ve Schulberg'i ne tür eleştirilere maruz bıraktığına bakalım.

"Rıhtımlar Üzerinde" New York liman işçilerinin, bir grup gangaster tarafından yönetilen sendikalarıyla olan çatışmasını anlatıyor. İşçileren biri (Brando) bu çatışmanın önderlerinden oluyor. Nişanlısı ile birlikte sendikanın başındaki gangaster (Lee J. Cobb) ve onun sağ koluna (Rod Steiger) karşı, emekçi çıkarlarını korumaya çalışıyorlar. Kardeşinin öldürülmesinden sonra tehditlere karşı mafya şeflerini ve sendika yöneticilerini ihbar ederek polise teslim eden bir işçinin öyüsü vardır bu filmde.

Kazan'ın en beğendiği filmleri arasında yer alan bu film aydınlar arasında ve basında çok farklı değerlendirilmiştir. Sinemasal değeri ve ahlaksal özü eleştirilmiştir. Film, özellikle yapıldığı yıllarda Amerikan Liman İşçileri Sendikasında yasadışı yönetimin hiçbir biçimde varolmadığı, gangasterlerin bu sendikaya sızması olayının tümüyle gerçek dışı olduğu açısından eleştiriliyor. Tersine bu sendikanın, dönemin Mc Carthy baskısı altında ezilen ilerici bir öğe olduğu belirtiliyor. Acaba filmin gerçekçi görünümü altındaki asıl anlam, yönetmen ve yazarın kendi ihbarcı kimliklerini bir film boyunca ve o filmi kullanarak temize çıkarma çabası mıydı? O dönemde Amerian ilerici çevreleri, Kazan'a bu nedenle tepki göstermişlerdir.

Yazar Doniel Volcroze, film üzerine Mc Carthy akımına yüreklilikle direnen yazar Arthur Miller'a şu soruyu sormuştur: "Bu film, sizce sendikal sisteme karşı bir tavır alma ve polise ihbar etme kurumunu överek, herhangi bir savaşımın özünün karartan bir çaba değil midir?". Miller'ın bu soruuya cevabı "evet" olmuştur... Fransız yazarı Chardere filmi: "Amerikan aleyhtarı etkinlikler komisyonunun iki ünlü gammazcısının ortak çalışması" diye nitelemiş, Kazan ve Schulberg'in bu komisyon önünde dostlarını ve arkadaşlarını ihbar etmesini anımsatarak...

Ama kuşkusuz gerçek sanat yapıtı herşeye karşı en iyi yanıttır. "Rıhtımlar Üzerinde" yazarın ve yönetmenin gerçek niyetleri ne olursa olsun, seyirciye adeta elektrik geçiren, onu dramatik gücüyle sarsan bir filmdir. Gerçek New York doklarında (liman bölgesi) çekilmiş olan filmde, Kazan birçok şeyi birden gerçeleştirir. Öncelikle filmin kalabalık sahnelerini büyük bir ustalıkla yönetir. Filmin röportaj gerçekliği içine Broadway'den, klasik ve güncel Amerikan tiyatrosundan ve kendine özgü dram anlayışından süzülüp gelen bir dramatize etme yeteneği yerleştirir. Ve nihayet oyuncuları üzerine tam bir egemenlik kurarak, zaten önemli bir bölümü kendi Actor's Studio okulundan gelen Marlon Brando, Rod Steiger, Lee J. Cobb, Eva Marie Saint gibi adlardan çarpıcı sonuçlar alır. Zaten film üzerine yazılagelmiş tüm yazılarda özellikle Marlon Brando'nun ve de tüm oyuncuların performanslarını övmeyen ve yüceltmeyen tek bir yazıya rastlamak mümkün değildir. Oyunculuğun olağanüstü yüksek seviyede olduğu nadir filmlerden biridir. Fransız sinema tarihçisi Georges Sadoul bile şöyle der: "Kazan üzerine bildiklerim senaryoyu benim için oldukça antipatik kılıyor. Yine de Marlon Brando'nun olağanüstü oyununu ve iki unutulmaz aşk sahnesini görmezlikten gelmem mümkün değil: Biri kiliseden çıkışta, diğeriyse kapıyı kırıp kızın yanına geldiğinde..."

Bu film herşeyden önce Brando'nun filmidir. Önceleri Frank Sinatra'nın oynaması düşünülen bu rolü, o aralar Kazan ile birlikte anılmak istemediği için önce kabul etmek istemeyen, sonra her gün saat 4'te ayrılıp psikanaliste gitmek gibi zor koşullar ileri sürerek kabul eden Brando filmde tam bir oyunculuk gösterisi sergiler. Kimi sahneleri tek başına unutulmaz kılar.

Akademiye göre Elia Kazan ve ekibi "Rıhtımlar Üzerinde" filmi ile büyük bir başarıya imza atmıştır. Bu başarı ödüllendirilmeliydi. Film on iki dalda Oscar'a aday oldu. Bunların sekizini kazandı. En iyi film, yönetmen, senaryo, görüntü, kurgu gibi dalların yanı sıra Marlon Brando'ya "en iyi erkek oyuncu", Eva Marie Saint'e "en iyi kadın oyuncu" ödülü kazandırdı. Lee J. Cobb, Rod Steiger ve Karl Malden aday oldukları halde ödül alamaıdılar. Film hakkkında çıkan bazı olumlu eleştiriler ise şunlardır:

Films in Review'de Steven Sondheim: "Warner'ların 1930'lardaki gangaster filmlerinden gelen kimi öğelerinin parlak biçimde güncelleştirilmesi".

New York Times: "Beyaz perdenin bir grup profesyonel tarafından alışılmamış biçimde güçlü, yaratıcı ve çekici bir biçimde kullanılması".

Leslie Halliwell: "Method tarzı oyunla desteklenmiş yoğun, karamsar bir liman gerilimi".

Time Out: "Marlon Brando söylendiği gibi bir Judas değil, daha çok bir İsa... Siyaset ve ihbarcılık tartışmaları bir yana, son derece elektrik içeren bir film".

Elia Kazan'ın kişiliğini ele alırken nasıl dikkatli olmak gerekiyorsa, "Rıhtımlar Üzerinde"yi seyreder ve mesajı algılarken de aynı biçimde dikkatli olmak gereği var...

Elia Kazan 1955'te John Steinbeck'in bir romanını beyaz perdeye uyarlar: "East of Eden" (Cennet Yolu). Film, yoğun bir biçimcilikle anlatılmış görkemli bir baba-oğul-anne ilişkisidir. Yönetmen bir yandan iç çelişkileri ekrana getirirken, bir yandan da bütün bunalım ve çalkantılarıyla Amerikan toplumunun tablosunu izleyiciye aktarmaktadır. Kazan bu filmde James Dean'den olağanüstü bir sonuç alıyor ve genç oyuncuyu ebedi bir asi oğul kompozisyonunda çarpıcı bir biçimde kullanıyordu. Film, gösterildiği yılların genç kuşağını derinden etkilemiştir.

Kazan'ın filmografisine kısa kısa devam edecek olursak:

1956 "Baby Doll" (Taş Bebek): İçerdiği şaşırtıcı cinsellik yüzünden sansürle takıştı.
1957 "A Face in the Crowd" (Kalabalıkta Bir Yüz): Çok modern gözüken bir medya eleştirisi.
1960 "Wild River" (Vahşi Nehir): Genelde anlaşılmayan bir film.
1961 "Splendor in the Grass" (Çayırdaki İhtişam): Büyük bunalım koşullarına çarparak batan bir aşkın son derece hüzünlü öyküsü;

filmlerini yaptığını görürüz.

1963 yılında çektiği "America America" filminden çok büyük bir övgüyle söz ediyordu Kazan. Tümüyle kendi yaratmıştı bu filmi. Fikir, yapıt, senaryo tümüyle onundu. "Bu filme geçmişimi, ailemi, kendimi koydum" diyordu. Filmin kahramanı yirmi yaşındaki Stavros Topuzoğlu Kazan'ın kendi sesiyle filmin başında da açıkladığı gibi, onun amcasıydı aslında... 1896'da geçiyordu film... Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü yaklaşıyordu. Büyük savaşlar, onları izleyecek büyük yenilgiler, büyük acılar yaklaşıyor, her yerde çözülmenin, bölünmenin, nefretin ve korkunun tohumları atılıyordu. Stavros kalabalık bir ailenin en büyük çocuğu, babası tarafından yüklü bir parayla İstanbul'da halıcılık yapan zengin akrabalarının yanına gönderiliyordu. Stavros'un İstanbul'a varması korkulu bir serüvenden sonra gerçekleşiyor, bu arada genç adam kendisini arkadaşlık görüntüsü altında soyup soğana çeviren bir Türk'ten ancak onu öldürerek kurtuluyordu. Akrabalarının yanında umduğunu bulamayan Stavros, hamallık, bulaşıkçılık yaparak Balat'ın izbe köşelerinde hayatını kazanmaya ve düşlerine giren Amerika yolculuğu için gerekli parayı biriktirmeye çalışıyordu. Ancak parasını bir yosmaya kaptırınca, tüm umudunu amcaoğlunun sözüne uyarak zengin bir kızla evlenmeye bağlıyordu. Bu tür bir evlilik gerçekleşiyor, Stavros tüccardan Aleko Sınnıkoğlu'nun kızı Toma'yı alıyordu. Toma iyi yürekli, duygulu bir kızdı. Gencecik kocaının derdini anlıyor, ona Amerika'ya gitmesi için yardımcı oluyordu. Ve günün birinde genç Stavros Amerika'ya giden gemiye kapağı atıyordu. Ama düşlerinin gerçekleşmesi, ancak geçmişte bir gün yardım ettiği Ermeni delikanlısı Ohannes'in özverisi sayesinde olacaktır. Ohannes 19.yy. sonlarında Amerika'ya, yeni bir dünyadaki yeni hayata ulaşmak için Anadolu'dan yollara düşen sayısız Ermeni gencinden biri... Yazgı bu yolculuk boyunca onu birkaç kez Stavros'la karşılaştırıyor. Ohannes'e bir kez çorak bir Anadolu tepesinde rastlıyor, çıplak ayaklarını giydirmesi için ona kendi pabuçlarını veriyor. Bir kez de İstanbul'da, Balat'ta sefil koşullar içerisinde karşısına çıkıyor Ohannes, bu kez onu yemeğe çağırıyor Stavros... Yazgıları onları üçüncü kez Amerika'ya doğru giden bir gemide karşı karşıya getiriyor. İkisinin de başı dertte bu kez; Stavros, zengin halı tüccarı Araton Kebabyan'ın karısı ile ilişki kurması yüzünden adamla dalaşmıştır, polisçe aranmaktadır. Ohannes ise ölümüne hastadır, ciğerleri iyice zayıflamıştır. Artık bu durumda Amerikan polisinin gerekli sağlık raporunu vererek onu ülkeye sokması umudu pek yoktur. Nice serüvenden sonra Amerika'ya gelinmiştir, ama bu yeni "vaadedilmiş toprak" onları kabul edecek midir? Stavros'un, güvertede yolculuğun sonunu kutlayan soyluların, zenginlerin arasına karışarak, umutsuzluğunu haykıran garip ve vahşi bir dansı (zeybekle sirtaki arası bir dans) oynadığı dakikalarda, umudunun sonundaki Ohannes kendini denize atar... Arkasında pabuçları kalır: Stavros'un onca zaman önce verdiği pabuçlar... Ve onun kimliğine bürünerek, polisi atlatıp Amerika'ya kapağı atma şansı kalır birde Stavros'a...

"Amerika Amerika" tümüyle bir büyük insancıl destan, bir geniş soluklu öykü biçiminde gelişiyor. Kazan'ın tüm filmlerinde görülen biçimcilikten, gözboyacı bir görsel etki arama çabasından tümüyle sıyrılmış bir film bu... Kazan kendi bildiklerini, duyduklarını anlatıyor çünkü. Amcasının Amerika'ya gelişinin ve sonra tüm aileyi aldırışının, aile içinde yıllar yılı anlatılan, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa nakledilen öyküsüdür bu... Kazan "Amerika Amerika"da şaşırtıcı bir dönem gerçekliği duygusu yaratıyor. Anadolu'nun o dönemdeki kargaşası, azınlıkların (Rumların, Ermenilerin) tedirginliği, Haliç çevresinde yaşama kavgasının çetinliği, bu kavgayla görkemli bir çelişki oluşturan İstanbul azınlıklarının rahat, zengin ve gösterişli yaşamı, "Amerika Amerika"da elle tutulur bir biçimde canlanıyor. Her türlü biçim cambazlığını, stilizasyonu, aşırı mizansen kaygısını bir yana bırakmış, buram buram insan gerçeği kokan bir film yapma peşindeki bir Kazan buluyoruz karşımızda. Anlatılan dönem kendi içerisinde öylesine güçlü bir dramatik malzeme taşıyor ki zaten, Kazan yapılacak en iyi şeyin dramatik etki sağlamak için uğraşmak yerine, aradan çekilip anlatılanla seyirciyi başbaşa bırakmak olduğunu sezmiş gibi...

Evet, Anadolu'nun en çetin dönemlerinden biri anlatılıyor çünkü. Büyük kavgaların eşiğinde yüzyıllardır birlikte yaşamış, birlikte uygarlıklar yaratmış olan halklardan oluşan koca bir imparatorlukta, ırk, din, dil ayrılıklarının nasıl korkunç bir ölümcül kinin odakları olarak kışkırtıldığını, nasıl büyük katliamlara sahne hazırlandığını tarih yazıyor. Anadolu üzerindeki bu kargaşa, kıyım ve kıyamet günlerini anlatan çok az sayıdaki sanat yapıtından biri "Amerika Amerika". Tıpkı Dido Sotiriyu'nun "Benden Selam Söyle Anadolu'ya"sı ya da Ömer Polat'ın "Saragöl"ü gibi... Kazan bu fırtınaya yakalanmış, tarihin en korkunç kavgalarından biriyle kana bulanmak üzere olan bu toprakta bir "azınlık mensubu" olmanın zorluğunu dile getiriyor sanki. Stavros ve Ohannes'in dostluğu, bir ölçüde "Saragöl"deki Miko ve Vahan arkadaşlığını anımsatıyor. Kazan "Amerika Amerika"dan söz ederken, "Bu film azınlıkların tarih içindeki ezilmişliklerinin öyküsüdür; hangi idarede olursa olsun, bir azınlığın suçu başka bir yerde olacağına orada bulunması suçudur. Yahut herhangi bir yerde olması, yaşamasıdır. Stavro'nun sürekli gülümseyişi yaşadığı için bir özür dileyiştir." diyor. Belli ki ailesi Anadolu rumlarından olan, kendiside bu topraklada doğmuş olan Kazan, bütün bir yaşam boyu duyduğu, etkilendiği bir "Fetret Devri"nin, sanatçı duyarlığında yansıyan tortusunu silip atmak istemiş "Amerika Amerika" ile... Düşmanlıkları yeniden diriltmek, acı anıları deşmek, kinleri bilemek için yapmamış bu filmi.

Ama yine Kazan'ın söylediği gibi tarihte olmuş şeyler var. Bunları tümüyle unutamayız, belki de bilmemiz daha doğru olur. Karışıklık, kargaşa dönemlerinde en çok canı yananların azınlıklar olduğu kolayca yadsınabiir mi? Zaten Kazan bilerek veya bilmeyerek sorunun çok daha başka bir yönünüde ortaya koyuyor filminde: Anadolu'nun ve Haliç İstanbul'unun şaşırtıcı yoksulluğundan sonra, halı ticareti ve benzeri şeylerle geçinen azınlıkların evlerindeki son derece lüks yaşamı göstererek, Osmanlının zayıf döneminde kimlerin toplumsal gelirin kaymağını yediğini, kimlerin sefaleti pahasına kimlerin zenginlik içinde yüzdüğünü göstermiş oluyor. Olayların düğümü karşılıklı kinleri son haddine dek bileyip karşılıklı kıyımlar başlatmadan önce, Osmanlı kendi içindeki azınlıklara kendi kanını, iliğini sömürüp zengin olma hakkını ve olanağını bağışlamıştı demeye getiriyor.

1890'ların sonunda, küçük Anadolu kasabalarında akşamları pencerelerinden dışarı bakan Ermeni veya Rum aileleri yoldan geçen atlı Osmanlı birliklerini görüyorlar. Bakışlarında bir korku beliriyor. Filmin içinde bu korku doğrulanmıyor gerçi... Ama tarih bize, kısa bir süre sonra, evdekilerle dışarıdan geçenlerin karşılıklı korkularının doğrulanacağını, büyük kinlere ve kıyımlara dönüşerek doğrulanacağını söylüyor. Kazan'ın filminin gerçekten "Türk düşmanı" olan bir yanı varsa, o da anlatılan somut olaylardan çok, yer yer duyurulan bu korku, bu tedirginlik duygusu kuşkusuz... Onun için, biraz bağnaz bir yaklaşımla "Amerika Amerika"yı pek Türk dostu olmayan bir film saymakta olanaklı olabilir. Ama biz "Amerika Amerika"yı bu bağnaz bakışla yargılamaktansa onun bir sanatçının, kendiside bir azınlık kökenli olan bir sanatçının en doğal hakkını, onun bir saplantısını bir sanat eseri haline getirerek ondan kurtulma
hakkını simgelediğini düşünmeyi yeğeliyoruz.

İçinde yetiştiği öyküleri, söylenceleri, destanları birleştiriyor, yakın tarihin acı bir dönemine kişisel bir bakış atıyor Kazan... Ortaya çıkan, hiçbir ırk ve ulus için utanç ve günah duygusu değildir. Yakın tarihte karşılıklı yanlışlar ve bu yanlışları ustaca kullanmasını bilen emperyalist büyük güçlerle hazırlanan kanlı senaryoların, bugün de bilinmesinde ve anımsanmasında yarar olan dersidir. Kazan bize bir ulusu karalamak için yapılmış "Geceyarısı Expresi" gibi bir süprüntü değil, tarihin bağrından gelen bir bildiri, bir ders getiriyor.

"Amerika Amerika"nın çekim yıllarında yazarlığa başlayan Elia Kazan'ın bir sonraki filmi, "The Arrangement" (Kader Değişmez) adlı romanını beyaz perdeye taşımasıyla oluştu. "The Arrangement" adlı roman (e yayınları) Amerikada büyük yankılar yaratmıştır. Roman otuzyedi hafta boyunca bestseller listelerinde kalmış ve yazarını hem roman, hem tiyatro, hem de sinema alanında başarı kazanan ilk Amerikalı sanatçı olarak dünyaya tanıtmıştır. Film Türkiye'de "Kader Değişmez" adıyla gösterilmiştir.

Elia Kazan'ın "Kader Değişmez"i, bir adamın, kırkdört yaşında, mesleğinde (rekalmcılık) başarıya ulaşmış, zenginliğin getirebileceği her türlü rahatlığa sahip, karısı ve evlilik dışı bir ilişki kurduğu metresiyle mutlu bir yaşantı sürdüren (görünüşte olsun) Eddie Anderson'ın kendisiyle hesaplaşmasının öyküsünü anlatıyor.

Eser kuşkusuz, kısmen de olsa, otobiyografik nitelikler taşıyor. Kazan günümüz Amerika'sının birey üzerinde şartlandırması ve yanlış değerlendirmesiyle yol açtığı bunalım ve baskıyı amansız bir biçimde eleştirirken, aslında bir "göçmenler ülkesi" olan Amerika'da kendi yurdundan kopup gelmiş kişinin geçmişle olan bağını duyarlı bir biçimde ortaya koyuyor. Bunun için, baba Anderson'da Richard Boone'un patetik oyunundan ustaca yararlanırken, örneğin filmin bazı bölümlerinde Türk müziği kullanmaktan kaçınmıyor.Oyuncular: Kirk Dougles, Faye Dunaway, Deborah Kerr, Richard Boone. Renkli, Warner Bros filmi.

Elia Kazan 1972 yılında, Cannes Film Şenliği'nin ilk önemli yapıtı olan "The Visitors" (Ziyaretçiler) filmini çekti. Kazan bir önceki filminde olduğu gibi bu filmde de kendi yazdığı bir romanı sinemaya uyarlıyordu. Kazan filmin senaryosunu oğluyla birlikte yazmıştır. Filmi sahip olduğu çiftlikte, çok kısıtlı bir bütçeyle (yaklaşık iki milyon TL.; bir Amerikan filmi için inanılmaz az bir para) ve çok az bir zamanda çekti. Ortaya çıkan ürün, Kazan'ın sinema ustalığını gösterirken, iyi bir film için geniş bir bütçenin mutlaka gerekli olmadığını pekala gösteriyor.

Kazan bu filminde "savaş suçu" olayının anatomisini ortaya çıkarıyor, aslında bu suçun savaşın olağanüstü koşulları denli, insanın içinde varolan şiddet ve vahşet eğilimlerinin doğal dışavurumu olduğu sonucuna varıyor. Bu sonucu bir tokat gibi seyircinin suratına çarpan, oldukça karanlık ve kötümser bir film bu... Cannes'da ilgiyle karşılandı.

Elia Kazan 1976'daki son filmi "The Last Tycoon"da inanılmaz bir oyuncu kadrosunu bir araya getirdi. Film bir Scot Fitzgerald uyarlamasıydı. Fakat sonuç tam bir fiyaskoydu. Kazan bu başarısızlıktan sonra sinemadan uzalaştı. Kendini yazmaya verdi.

Sanatçının 1988 sonbaharında yapmak istediği bir proje vardı. Türkiye'de çekimlerine başlayacağı, Türk-Yunan ilişkilerinin 1920'lerde ki görünümünü yansıtan yeni bir filme hazırlanıyordu. Bu filmin öncesi de gene kendi yazdığı bir romana dayanıyordu. Hazırlıkların son derece ilerlemesine, hatta oyuncu kadrosunun belirlenmiş olmasına karşın film çekilemedi.

Kazan sadece sinema ve tiyatroda değil, edebiyat alanında da eserler vermiş bir sanatçıdır. İki romanını sinema filmi haline getirmiştir. Bunların dışında üç romanı daha vardır. Bunlar "Acts of Love" (Erkekten Erkeğe), "The Assing" (Babanın Suçu) ve "Understudy"dir.

"Acts of Love" (Erkekten Erkeğe) başkahramanı kadın olan bir romanıdır. Elia Kazan "Erkekten Erkeğe" adlı romanı hakkında şunları söylemiştir:

"Piyasanın birbirinden daha açık fakat aslında birbirine çok benzer sürüyle aşk romanıyla dolu olduğunu bilirsiniz... Ben başkahramanı bir kadın olan romanımda daha önce hiç anlatılmamış bir öyküyü anlattım ve daha önce hiç sunulmamış bir kişiliği, Ethel Laffhey'i sundum. Her yönüyle çağımızın bir kişiliği olan Ethel, cinsel ilişkilerinde gerçekten bir erkek gibi davranan bir kadın. Hiçbir suçluluk hissi duymaksızın erkekten erkeğe geçerken, bu deneyimlerinden daha derin bir anlayış, daha güçlü bir kişilikle çıkıyor. Ethel'in davranışları toplumun ahlak değerlerine ve yaşam biçimine o kadar aykırı düşüyor ki, eninde sonunda birisinin onu durdurması gerekiyor. Romanın öteki kahramanı olan Kosta'nın... Bu kitabı okuyan binlerce kadın kendi kendilerine de olsa şöyle diyeceklerdir: Evet, ben de böyleyim işte, belki gizliden gizliye, belki yalnızca düşlerimde ve hayallerimde, fakat kalbimin ta içinde yatan işte bu."

"The Arrangement" ile başlayarak tüm romanlarında olduğu gibi bu romanında da çağdaş Amerikalı'nın bunalımlı iç dünyasını yansıtan yazar; hem özgürlüğe yönelen hem özgürlükten kaçan, hem şiddeti hem sükûneti özleyen, kendini arayışın tehlikeli yolunda ilerleyen insanların ikilemlerini çarpıcı bir biçimde sergilemektedir.

Elia Kazan bugün doksan yaşında ve New York'ta yaşamına devam ediyor. Arada sırada Türkiye'ye geliyor. Mc Carthy soruşturmaları sırasında yaptığı hata unutuldu gibi. Eskisi kadar olmasa da protestolara maruz kaldığı zamanlar oluyor. Kazan 71. Oscar Ödülü töreninde kendisine "Özel Oscar Ödülü" verileceği için gündemdeydi. Onun sahnedeyken protesto edilmesini, aşağılanmasını isteyen insanlar vardı (Kazan aleyhinde kampanyanın önderlerinden senarist Abraham Polansky "umarım sahnede onu vururlar" derken, ünlü aktör Rod Steiger "Kazan'a Oscar vermek için kimse sahneye çıkmasın" çağrısında bulundu). Ama salonun büyük bir çoğunluğu Kazan'ı ayakta alkışladı.

Ondan geriye bir avuç güzel film ve ilginç birkaç roman kaldı.

FİLMOGRAFİSİ

1945 "A Tree Grows ın Brooklyn" (Bir Genç Kız Yetişiyor)
1946 "The Sea of Grass" (Yeşil Çayırlar)
1947 "Boomerang" (Geriye Tepen Silah)
1947 "Gentlemen's Agreement" (Namus Sözü)
1949 "Pinky" (Kara Damga)
1950 "Panic in the Streets" (Sokaklarda Panik)
1951 "A Street Car Named Desire" (İhtiras Tramvayı)
1952 "Viva Zapata" (Yaşa Zapata)
1953 "Men on a Tightrope"
1954 "On the Waterfront" (Rıhtımlar Üzerinde)
1955 "East of Eden" (Cennet Yolu)
1956 "Baby Doll" (Taş Bebek)
1957 "A Face in the Crowd" (Kalabalıkta Bir Yüz)
1960 "Wild River" (Vahşi Nehir)
1961 "Splendor in the Grass" (Çayırdaki İhtişam)
1963 "America America" (Amerika Amerika)
1969 "The Arrangement" (Kader Değişmez)
1972 "The Visitors" (Ziyaretçiler)
1976 "The Last Tycoon"